




Dünya doğal gaz tüketimi hızla artış göstermektedir. Dünyada doğal gaz talebi Ortadoğu ve Afrika dışında hızla artma eğilimindedir. Doğal gaz elektrik üretiminde giderek artan oranda kullanılmaktadır. Dünya doğal gaz rezervleri son yirmi yılda %100 oranında artış göstermiştir. Dünyada doğal gaz rezervleri son yirmi yılda %100 oranında artış göstermiştir.
Dünyada doğal gaz rezervlerinin petrole göre daha geniş bir alana yayıldığı görülmektedir. Dünya rezerv/üretim oranı 61 yıldır. Bu oran petrol için ise 40 yıldır.
Dünya Doğal gaz tüketimi hızla artış göstermekte olup, doğal gaz tüketiminin dünya enerji kaynakları tüketimi içerisindeki payı da yükselmektedir. 2020 yılına kadar doğal gaz tüketiminin 167 trilyon kübik feet'e (tcf) (1 kübik feet = 28,32cm3 1m3=35,3 kübik feet) (4,72 trilyon m3) ulaşması beklenmektedir. 1980 yılında 53 tcf, 1990 yılında 73 tcf olan tüketim, 2000 yılı itibarıyla 85 tcf (2,4 trilyon m3) seviyesine yükselmiştir.
Dünyada doğal gaz talebi Ortadoğu ve Afrika dışında hızla artma eğilimindedir. Asya'daki gelişmekte olan ülkeler ile Güney ve Orta Amerika'da yüksek oranlı doğal gaz talep artışı beklenmektedir. Ayrıca, önümüzdeki dönemde gelişmekte olan ülkelerde de hızlı bir talep artışı öngörülmektedir.
Doğal gaz elektrik üretiminde giderek artan oranda kullanılmaktadır. 2020 yılına kadar, elektrik enerjisi üretimi için kullanılan doğal gaz miktarının toplam doğal gaz tüketiminin %33'üne ulaşması beklenilmektedir. Doğal gaz, santrallerde ekonomik olarak türbünlerin etkinliğini sağlamasının yanı sıra çevre etkileri nedeniyle de tercih edilmektedir. Doğal gaz yakıldığında, kömür ve petrole göre daha az sülfür dioksit, karbon dioksit ve atık açığa çıkmaktadır.
Gelişmiş ülkelerde doğal gaz yıllık tüketim artışının diğer yakıtlara göre yüksek olduğu görülmektedir. 2020 yılına kadar yıllık artışın %2,1 oranında olması beklenmektedir.Gelişmekte olan ülkelerde de benzeri gelişim izlenmektedir. 1997 yılı itibarıyla gelişmekte olan ülkelerde doğal gaz tüketiminin toplam enerji kullanımındaki payı dünya ortalaması olan %22 oranının altında %14 oranında bulunmaktadır. Ancak önümüzdeki dönemde bu ülkelerdeki yıllık gaz tüketiminin %5,6 oranında artacağı tahmin edilmektedir. Bu ülkelerde doğal gaz enerji üretiminin yanısıra ısıtma ve endüstri yakıtı olarak kullanılmaktadır.
Dünya doğal gaz rezervleri son yirmi yılda %100 oranında artış göstermiştir. 2000 yılı sonu itibarıyla dünya doğal gaz rezervlerinin 5.304 tcf (150,2 trilyon m3) olduğu tahmin edilmektedir. Son yirmi yılda rezerv artışları Eski Sovyet Cumhuriyetlerinde, Ortadoğu, Güney ve Orta Amerika ile Asya Pasifik bölgelerindeki ülkelerde görülmüştür. En önemli artışlar 33 tcf ile Afrika kıtasında Cezayir ve Mısır'da ve 4 tcf ile Asya Pasifik bölgesinde görülmüştür.
Dünyada doğal gaz kaynaklarının bölgesel dağılımına bakıldığında rezervlerin petrole göre daha geniş bir alanda dağıldığı görülmektedir. Ortadoğu Bölgesi petrol rezervlerinin %65'ine sahip olduğu halde doğal gaz rezervlerinin %35'üne sahip bulunmaktadır. Sınırlı petrol rezervlerine sahip bazı bölgeler doğal gaz kaynaklarının daha büyük bir kısmına sahiptirler.
Bölgeler itibarıyla Rezerv/Üretim Oranına ilişkin bilgiler ise aşağıda yer almaktadır. Söz konusu oran rezervlerin kullanım süresini göstermektedir.
Ortadoğu 100 yıldan fazla
Afrika 86 yıl
Eski Sovyet Cumhuriyetleri 80 yıl
Güney ve Orta Amerika 72 yıl
Kuzey Amerika 10 yıl
Avrupa 18 yıl
Dünya için söz konusu oran ortalama 61 yıldır. Bu oran petrol için ise 40 yıl seviyesindedir. Doğal gaz kaynaklarının ülkeler itibarıyla dağılımı aşağıda gösterilmektedir
ÜLKELER İTİBARIYLA DOĞAL GAZ REZERVLERİ (2000)
Ülke Rezerv (Trilyon kübik feet) Trilyonm3 Toplam Rezerv İçi Payı %
Dünya 5.304 150,2 100,0
Üretici 20 Ülke 4.571 129,4 86,2
Rusya Federasyonu 1.700 48,1 32,1
İran 812 23,0 15,3
Katar 300 11,2 5,7
B.A.E 212 6,0 4,0
Suudi Arabistan 204 6,1 3,8
ABD 164 4,7 3,1
Cezayir 160 4,5 3,0
Venezüella 143 4,2 2,7
Nijerya 124 3,5 2,3
Irak 110 3,1 2,1
Türkmenistan 101 2,9 1,9
Malezya 82 2,3 1,5
Endonezya 72 2,1 1,4
Özbekistan 66 1,9 1,2
Kazakistan 65 1,8 1,2
Kanada 64 1,8 1,2
Hollanda 63 1,8 1,2
Kuveyt 52 1,5 1,0
Çin 48 1,4 0,9
Meksika 30 0,9 0,6
Diğer Ülkeler 732 17,4 13,8
Doğal gaz rezervleri, petrole oranla daha geniş ve çeşitli bir coğrafyaya yayılmıştır. Dünya petrol rezervlerinin %65'ine sahip olan Ortadoğu, doğal gaz rezervlerinin %35'ine sahiptir.
HAZAR HAVZASI PETROL VE DOĞAL GAZ REZERVLERİ
Hazar Havzası petrol rezervlerinin, Kuzey Denizi petrol rezervleri ile eşit miktarda olduğu tahmin edilmektedir. Hazar Havzası petrol rezervlerinin, Ortadoğu Bölgesi ile kıyaslandığında oldukça düşük miktarlarda olmakla birlikte, Kuzey Denizi petrol rezervleri ile eşit miktarda olduğu tahmin edilmektedir. Ayrıca, Hazar Havzasından çıkarılan petrolün maliyeti, Ortadoğu petrolleri kadar düşük olmamakla birlikte, örneğin Kuzey Denizi petrol çıkarma maliyetlerinden daha düşüktür.
Hazar Havzası petrol ve doğal gazı, Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinin, özellikle Azerbaycan, Kazakistan, Türkmenistan ve Özbekistan'ın en önemli gelir kaynaklarını oluşturmaktadır. Hazar Bölgesi petrol rezervlerinin dünya rezervlerinin % 4'ü oranında olduğu tahmin edilmektedir. Hazar Bölgesi petrol rezervlerinin dünya rezervlerinin % 4'ü oranında olduğu tahmin edilmektedir. Bölgenin doğal gaz rezervleri ise, dünya doğal gaz rezervlerinin %6'sı kadardır. Hazar Bölgesinin 2010 yılına kadar dünya petrol üretiminin %4'ünü karşılayacağı hesaplanmaktadır. Bununla birlikte bölgeden çıkarılan petrol, OPEC dışında kalan ülkelerin üretiminin %36-50'sine tekabül etmektedir.
Hazar Havzası, petrolün ilk bulunduğu yerdir. Bakü, 19. yüzyıl ortalarından itibaren dünyanın önde gelen petrol merkezlerinden biri olmuştur. 1872 - 1913 yılları arasında, Bakü'den çıkarılan petroller Rusya'daki bütün petrol üretiminin %95-97'sini, dünya petrol üretiminin ise %50'sini karşılamaktaydı. Bakü petrolleri, 1940'lı yıllara kadar da SSCB'nin petrol üretiminin % 70'ini karşılamaya devam etmiştir. Ancak, II. Dünya Savaşı'nda yaşanan gelişmeler, Bakü'nün askeri açıdan saldırılara açık bir noktada olduğunu göstermiş, ayrıca önce Volga-Ural, daha sonra Batı Sibirya'da yeni petrol kaynaklarının bulunması, Hazar Bölgesi petrollerini geri plana itmiştir. Ancak, 1990'ların sonuna doğru büyük petrol şirketlerinin ilgisini çeken bölge, Körfez petrolüne alternatif arayan Batı ülkeleri için giderek artan bir öneme sahip olmuştur. Dünyanın en büyük iç denizi olan Hazar Denizi'nin önemi, Ortadoğu ve Sibirya-Kuzey Kutbu bölgelerinden sonra, dünyanın üçüncü en büyük petrol ve doğal gaz rezervlerini barındırması ve taşımacılık açısından da stratejik bir konuma sahip olmasından kaynaklanmaktadır. Hazar Bölgesi'ndeki petrol rezervlerinin 18-35 milyon varil, doğal gaz rezervlerinin 5 trilyon m3 olduğu tahmin edilmektedir.

Robin Marshall
Budapest-Sun
21-27 Şubat 2002
Tüzük, Bir gazeteci herkesten daha iyi bilmelidir ki, bir hikayenin daima iki yönü vardır. Ve öğrendikleri şaşırtıcı olmamalıdır. Biz Kıbrıs'ın üyelik planlarıyla ilgili serbest gazeteci olarak birşeyler yazmaya çalışırken, çok fazla olmasa bile bir miktar yakınmalarla karşılaştık.
Kıbrıs 1974'den itibaren bölünmüş bir adadır. Gerçekte sadece Türkiye tarafından tanınan yeni bir "küçük devlet", Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti 1983'de Kuzey'de ilan edildi.
Uluslararası alanda tanınan Kıbrıs Cumhuriyeti bütün ada üzerinde nüfuzu olduğunu iddia etmektedir; fakat Kıbrıs öyle bir yerdir ki Kuzey İrlanda'daki gibi düşmanlık ve cepheleşmeye sahne olmakla birlikte, barış gerçekleşecektir. Kıbrıs'ın geçmişi ve bölünmesini konuşmadan Kıbrıs konusunu ele almak imkansızdır. Çoğunluğunu Rumların Kıbrıs Cumhuriyeti ve çoğunluğunu Türklerin oluşturduğu Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti aynı adanın topraklarının bir parçasıdırlar ve aynı problemleri paylaşırlar.
"Aynı Avrupa Birliği Akıntılarında Yüzmek" adlı makale Aralık 6-12, 2001, 49'cu sayımızda çıktıktan birkaç hafta sonra, kendimi KKTC'nin Macaristan'daki Fahri Temsilcisi John Mc. Gough ile öğle yemeğinde otururken buldum.
Fahri Temsilcinin makalenin tek yönlü olduğuna dair şikayetleri vardı (son haftalarda benzer mektuplar editöre de gönderildi.) fakat belki daha da önemlisi, böyle bir makalenin iki tarafın barış için uğraş vermeye başladığı bir dönemde destekçi olmayacağı yönündeki sözleriydi.
Mc.Gough "Ben size ne yayınlayacağınızı söylemek istemiyorum, ve hatta size herhangi birşeyi yayınlamanız konusunda da ısrar etmem" diyor. "Biz özgür basına inanıyoruz, fakat makalelerin çoğu düz yalanlardır. Bu hiç de adil değil. Fakat Kıbrıslı Rumlar Halkla İlişkiler konusunda bizden çok daha iyidir. Onlar propaganda savaşını uzun zaman önce kazandılar".
Mc Gough buraya sekiz yıl önce gelmiş, bir ilaç dağıtım şirketinde çalışıyor ve tıp konferansında tanıştığı bir doktorla evliydi. Ona neden Macaristan'a yerleştiklerini sordum.
Gülümsedi "senin gibi benim de Macar bir eşim var. Daha fazla birşey söylemeye ihtiyaç var mı?" dedi.
56 Yaşında ve gelecek üç yıl için de Fahri Temsilcilik görevini sürdürecek olan Mc Gough ile bulunduğum toplantıda, Macaristan'daki Kıbrıslı Türk nüfusun tam olarak 50%'sini görmüş oldum.
Mc.Gough "Özür dilerim" dedi. "Diğer şahıs bugün bunu yapamadı".
Mc.Gough gelecek tartışmalarına girişmeden önce, ada tarihinde yeralan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti versiyonu ve Türk askerlerinin adaya gelmesine zemin hazırlayan kanlı olayların ne olduğunu tartışılmasının gerektiğini açıkladı. (Fahri Temsilci "bunun işgal değil, müdahale olduğunda ısrar etti.")
Mc.Gough "Eğer geçmişi anlamazsak, geleceği nasıl öğreneceğiz" diye bir soru sordu.
Kıbrıs halklarının tarihi tipik küçük bir adanın tarihine benzemektedir, her ne kadar iki geniş çoğunluktan oluşsalar da, günümüze kadar gelen milletlerin izlerini taşımaktadır. Mc. Gough "yeterince geriye gidersek, biz de Fenikeliyiz" diyor.
Şu anda, geniş bir çoğunluğunu Rumların oluşturduğu Kıbrıs'ta Türkler, Amerikalılar, İngilizler ve Lübnanlılar da yer almaktadırlar. ( CIA Dünya Yıllık Web Sitesine göre 78% oranında Rum, 18% etnik Türk nüfusu ve 4% oranında diğerleri şeklinde ortaya koyuyor).
Akdeniz'deki anakaranın Güneyi'nde ve coğrafi olarak Türkiye'ye çok yakın olan ada, Birinci Dünya Savaşı sonunda imparatorlukları yıkılana kadar Osmanlılar tarafından yönetilmiştir.
Üç garantör devlet, İngiltere, Türkiye ve Yunanistan'ın desteği ile Kıbrıslı Türk ve Rum toplumlarının haklarını korumayı taahhüt eden anayasayla 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti'nin ilanına kadar İngiltere adaya egemen olmuştur.
Fakat Kıbrıs Rum Toplumu içindeki hizipler ENOSİS'e yani Yunanistan'a ilhaka bağlı kalmışlar ve Rum olmayanlara karşı giriştikleri sürekli saldırılara 1974'deki Yunan destekli darbeye yol açmışlardır.
Bu kez, Yunanistan kendisi General Dimitrios Ionnides komutası altındaki askeri cunta tarafından yönetilmeye başlandı. General Dimitrios ENOSİS hareketinin yavaş ilerlediğini düşünüyordu. Her ne kadar da kan dökme eylemlerinin çoğunluğu Kıbrıslı Türklere yönelik olsa da, Cumhuriyet'in başı, Kıbrıslı Rum Lider Başpiskopos Makarios ilk saldırıların idarecisi bu kez kurban durumuna düşmüş, iktidardan devrilmişti.
Türkiye bu noktada, garantörlük haklarını kullanarak, Mc.Gough'un modern "etnik temizliğin" ilk modern versiyonu dediği olayı durdurmak için asker gönderdi. Mc. Gough "Türk ordusu Kuzey Kıbrıs'ta oldukça popülerdir. Türkiye ve Türk askeri olmasaydı, biz de varolmazdık. Sadece tarihte bir dipnot olarak kalırdık diyorlar" şeklinde konuşuyor.
Bundan sonra, Ada'da birtakım değişiklikler oldu. Uluslararası alanda tanınan Kıbrıs Cumhuriyeti, toprağın %59'unu; Kıbrıslı Türkler %37'sini kontrol ederken, iki bölgeyi ayıran yeşil hat olarak da bilinen BM bünyesinde ara bölgesi adanın %4'ünü kapsamaktadır. Birleşmiş Milletler Barış Gücü'nün bir parçası olarak, Macaristan'ın Kıbrıs'ta konuşlanmış askerleri vardır.
Mc.Gough'a göre iki taraf arasında andlaşma olmadığı sürece ara bölge gereklidir. Mc Gough "bizim görmek istediğimiz, kantonlarıyla İsveç modeline benzeyen gevşek bir konfederasyondur, güvenliği sağlamak için 5000'er adet Türk ve Rum askerlerinden oluşacak bir oluşum gereklidir" diyor.
"Tabii ki birşeyler alıp vermeliyiz ve vereceklerimizin karşılığı oranında da almalıyız. Biliyoruz ki şimdi sahip olduğumuz toprağın büyük bir bölümünü bırakacağız. Fakat güvenle yaşama hakkımızı garantilenmeden bunu yapmayacağız".
Ancak bir andlaşma muhtemel midir? Kıbrıslı Rumlar Federasyonu Konfederasyona tercih ediyorlar, fakat Mc.Gough, pek çok dış gözlemci gibi umutlu. Ada'nın iki Cumhurbaşkanı (Rum tarafında Glafkos Klerides ve Türk tarafında Rauf Denktaş) eski arkadaştırlar, anlaşmazlıklarla ada bölününce ayrıldılar. Ayrıca İngiliz İdaresi döneminde genç birer avukat iken aynı ofisi paylaşmış ve birlikte çalışmışlardı.
Onlar sıradan Kıbrıslı Türklerle, Rumların birbirleriyle yanyana yaşadığı zamanı hatırlayan, kendi siyasi jenarasyonlarının sonuncularıdır.
Her iki taraftaki genç politikacılar (daha da önemlisi onları takip eden jenerasyon) sadece etnik ayrımı biliyor. İki lider arasında Noel'den önce yeniden başlayan görüşmeler için ya şimdi ya da hiç anlamında bir görüş hakimdir.
Türkiye ile Yunanistan arasındaki ilişkilere damgasını vuran geleneksel düşmanlık yatışmış görünmektedir. Mc. Gough, iki Dışişleri Bakanı'nın oldukça iyi ilişkileri olduğunu ifade ediyor. Her ikisi de NATO üyesidirler, aslında Türkiye de Kıbrıs gibi Avrupa Birliği üyeliği istemektedir, ancak bunun için birkaç yıl daha süre vardır. Ve henüz bu sorunlu adanın trajedisi, karmaşası ile halkı etkilemeye devam ediyor.
"Kıbrıslı Rumlar ile Kıbrıslı Türkler arasında, Kıbrıslı Türklerin Türklerle ya da Rumların Yunanlılarla olan ilişkilerine göre daha çok ortak nokta vardır. Hatta bizim danslarımız da aynıdır, tek farkımız onların siyah kuşak takması, bizim ise kırmızı kuşak takmamızdır."
"Ben, bizim tamamiyle masum olduğumuzu yada tüm Kıbrıslı Rumların suçlu olduğunu söylemiyorum, fakat biz geçmişi tarihe gömmeliyiz ve ileriye gitmeliyiz. Netice itibariyle 400 yıl birlikte yaşamayı başardık".
ERMENİLER NASIL KULLANILDILAR?
Önce Ruslar, sonra da İngiliz ve Fransızlar, Birinci Dünya Savaşı'ndan Kurtuluş Savaşı'na uzanan dönemde, Osmanlı İmparatorluğunu parçalamak için, 'Ermeni sorunu'nu her seviyede kullandılar.
ORHAN KOLOĞLU.
Popüler Tarih / Mart 2001. Sayfa 34-39
Doksan Üç Harbi diye bilinen 1877-78 Savaşı'nda, Rusya karşısındaki yenilgi, Osmanlı devletinin parçalanma sürecinde son genel işareti verir. Osmanlı toplumunu oluşturan dini ve etnik cemaatlerin belli başlıları, kendi ulusal bağımsızlıkları için ciddi karar verme aşamasına gelirler. Ve tabii o arada, o zamana kadar böyle bir eğilim göstermemiş olanlarda da aynı arzu belirir. Müslüman kesimde bile (Arnavutlar, Araplar) bu amaçla örgütlenmelerin başlaması, Avrupalıların geldiği yere, Asya'ya dönmesi için yırtındıkları 'Hasta Adam'ın sonunun geldiğine herkesin inanmasındandır.
Bu milliyetçi akımlar arasına, 19. yüzyılın ikinci çeyreğinden beri 'Milleti Sadıka' denilerek devlet yönetiminde ön planda rol oynayan Ermeniler de katılır.
RUSYA FAKTÖRÜ
Avrupa devletlerinin doğrudan müdahalesine izin vermeyen bir coğrafyada yaşamaları nedeniyle Ermeniler, Rusya ile yakından ilişki kurmak zorunda bulunuyorlardı. 18. yüzyılın sonundan beri Kırım ve Kafkaslar üzerinden güneye inen Çarlığın, kendilerine direnen Çerkesleri nasıl ülkelerinden sürdüklerini ve bunların Osmanlı ülkesinde, Balkanlar, Anadolu ve Suriye gibi uzak bölgelere göç etmek durumunda kaldıklarını, Ermeniler de biliyorlardı. Dolayısıyla bağımsızlığı hedef koysalar da Rus gücüne rağmen bir şey yapamayacaklarının bilincindeydiler.
19. Yüzyılın sonunda bölgedeki çekişme, o dönemin en büyük gücü kabul edilen İngiltere ile Rusya arasındaydı. Rusya'nın Hindistan'a inmek istediği ve rakibinin de bunu engellemenin yollarını aradığı biliniyordu. Çarlığın bölgedeki ulusları yanına çekme çabalarını dengelemek için de İngiltere, bunlarla ilişki kurma ve destek verme girişimlerini hiç ihmal etmemişti. Londra hükümeti Çerkesleri vuruşmaya teşvik etmiş; ama fiili bir şey yapmamış, sürülmeleri karşısında da tepki göstermemişti.
1877-78 Savaşı sonrasında, Doğu Anadolu'nun Rus ilgi alanına girmesi, İngiltere'yi rahatsız etmiş ve bölgedeki nüfus çoğununu oluşturan Müslümanlarla (Türk ve Kürtler) anlaşamadığı için, Ermenileri yanına çekme tezgahlarını kurmuştur.
1876 BULGAR YÖNTEMİ
İngiliz devlet adamı Gladstone'un kampanyaları Babıali karşısında Ermenilerin koruyucusu görünmek amacını güderken, Rusya ile girişilen yarışta, bölgede yandaş sağlamaya da yönelikti, iki taraftan da maddi ve manevi destek gören Ermeniler bunun karşılığını, liderlerinden Çeraz'ın belirlediği '1876 Bulgar yöntemi'ni uygulayarak vermişlerdir.
Bu yöntem, ani baskınla çok sayıda Türk ve Müslüman'ı öldürmek; onların kızıp daha çok Hıristiyan'ı öldürmesi karşısında, Avrupa kamuoyunu, 'işte Türkler soykırım yapıyor' diye ayaklandırmaktan ibaretti. Bu tür olaylarda öldürülen Türklerin sayısı. Batı basınına pek nadiren yansımış, ama Hıristiyan kurbanların sayısı, daima 10'la, 100'le çarpılarak kamuoyuna sunulmuştur. Nitekim Ermeni kurbanlarının sayısı da böylesine abartılarak, bütün dünyada mevcut Ermenilerin iki misline kadar çıkarılmıştır.
BATININ 1915 TAKTİKLERİ
Batılılar bahsettiğimiz taktiklerini, 1915'te de tekrarladılar. 1910 yılında Taşnak Partisi'nin Brüksel'deki Sosyalist Enternasyonal'e sunduğu raporda, Anadolu'nun her köyünde silah depolan kurduğu ve militanlara silah talimleri yaptırttığı hakkındaki itirafları hep unutulmuş, o güne kadar yaptıkları terörizme ek olarak, Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı ordusunu arkadan vurma girişimleri de tamamen göz ardı edilmiştir.
GİZLİ ANTLAŞMALAR ŞOKU...
Tek tek bazı kasabalar dışında, bölge olarak hiçbir yerde nüfus çoğunluğuna sahip olmayan Ermenilerin, terörle diğer Türk ve Kürtleri kaçırarak daha fazla sayıda bulunduklarını ispatlama çabaları da Sevr için verdikleri listelerdeki rakamların da gösterdiği gibi eylemlerin amacını belli etmiştir.
Bütün bu girişimleri kendileri için, bağımsızlıkları için yaptıklarını sanırken Ermenilerin, İngiltere, Fransa, Rusya arasında imzalanan ve I. Dünya Savaşı'ndan sonra Osmanlı topraklarının nasıl paylaşılacağını planlayan Sykes-Picot gizli antlaşmalarından haberleri yoktu.
Ermeniler için bağımsızlık düşünülmüyor, Rus idaresi altına girmeleri öngörülüyordu.
Nitekim Bolşevikler, 1917 sonunda bu anlaşmayı dünyaya açıklayınca, ilk şoku yaşamışlardır.
Osmanlı devletinin 1918 Ekim'inde teslim olmasından sonra da esasen Türk bölgelerinden uzaklaştırılmış olan Ermeniler, Bolşeviklerin egemenliği altına girmekten kurtulamadılar.
Osmanlı devletine karşı eylem için kendilerini teşvik etmiş olan Fransa ve İngiltere'den yardım istediklerinde Ermeniler başlarının çaresine bakmaları nasihatından başka bir şey almadılar!
İngiltere itiraf ediyor: 'Felaket götürdük...'
İngiliz Koloniyal Ofis'in resmi yayını 'Near East' dergisi, önceleri (18 Temmuz 1919), , Milli Liberal Kulüp'teki bir konuşmada, "Geçmişte Osmanlı İmparatorluğu'na yönelen politikamız, orada yaşayan Hıristiyan halklar için felaket getirmiştir," dendiğini aktarmaktan çekinmiyordu. Ama Amerika'daki dalgalanmaları fark edince bundan yararlanmak fırsatını kaçırmadı. 1 Nisan 1920 tarihli sayısında, "Anadolu'da bir kıyım varsa, bunun nedeni, Amerika'nın Yakın ve Ortadoğu barışında hissesine düşeni üstlenmemesindendir," diye yazmıştı. Yine aynı derginin 23 Aralık 1920 tarihli sayısındaki 'İstanbul Mektubu'nda ise şu kayıt vardı: "Ermenistan, Türkiye ile Bolşevikler arasında paylaşıldı. Bu durumda Bay Wilson'un, Ermenistan sınırlarını saptayacağını söylemesi dertli yaralıya hakaret etmekten başka bir şey değildir."
'SORUMLULUK ABD'YE' ÇABASI
Sorumluluktan kurtulmak için de Amerika'yı ilgilendirmeye çalışmaktan da geri kalmadılar. Ancak bölgedeki petrollerin paylaşılıp, kendisine sadece Bolşeviklerle mücadelenin bırakıldığını fark eden ABD de, gönderdiği heyetlerin raporları doğrultusunda, hemen kaçmayı yeğledi.
Bir süre daha oyuna devam eden, Fransa oldu. Osmanlı'ya karşı ayaklanmaları durumunda, kendilerine bağımsızlık vaad edilmiş olan Araplar, Suriye ve Lübnan'da, silah zoruyla himaye altına sokulmaya karşı savaşırlarken; Fransız güdümünde oluşturulan Ermeni birlikleri, Urfa-Antep-Adana bölgesinde yine terörizme ve kıyıcılığa yönelmişlerdi.
Kurtuluş Savaşı'nın örgütlenmesinden önce, bu bölgedeki halkın kendiliğinden silaha sarıldığını biliyoruz.
Bölgeyi tamamen ele geçirme yönündeki çabalarını, Sakarya Zaferi'nden sonra Fransa, Ankara ile şartsız anlaşmaya razı oluncaya kadar sürdürdü (Ekim 1921).
Her zamanki gibi, pazarlıklardan yine Ermenilerin haberi yoktu. Ocak ayında, bir televizyon programında, Türkiye Ermenilerinden Hrant Dink'in söylediği gibi, günün birinde Fransız askerleri atlarının nallarının altına keçe bağlayıp sessizce, yani Ermenileri uyandırmadan çekildiler.
Böylece Ermenilere de, olabildiğince hızlı bir şekilde Suriye'ye kaçmaktan başka seçenek bırakmadılar.
Sevr Antlaşması'na geniş sınırlı bir bağımsız Ermeni devleti maddesini koydurmayı başaran Avrupa'daki Ermeni politikacılarının hayalciliği, Sevr'in gerçekleşebileceğini uman Batılılarınki kadar büyüktü.
KURTULUŞ SAVAŞI'NDA DOĞU CEPHESİ
Türk orduları bir yürüyüşle bugünkü sınırlarına vardılar ve 2-3 Aralık 1920 Gümrü Antlaşması'yla, Sevr'in imzasının üzerinden dört ay geçmeden, Ermeni devleti, bütün toprak isteklerinden vazgeçtiğini onayladı. 13 Ekim 1921'de imzalanan Kars Antlaşması'yla da bu kararlar bir kere daha resmileştirilmiş oldu.
Olaylar böyle gelişirken, Ermenilerin başlıca kışkırtıcıları ne diyorlardı?.. Fransa'nın en ciddi gazetesi Le Temps, l Aralık 1920 tarihli başyazısında şunları söylüyordu: "Sevr Antlaşması'm hazırlayanlar neye benziyor, biliyor musunuz? Tavşanını unutmuş olan ve şapkasından hiçbir şey çıkaramayan bir sihirbaza."
New York Times (21 Kasım 1920), hayalcilikleriyle alay ediyordu: "Başkan Wilson en sonunda müttefiklerin istekleri üzerine saptamış olduğu Ermenistan sınırlarını ilana hazır. Ama bu arada, Ermenistan var olmaktan çıktı."
LORD CURZON'UN ERMENİ YORUMU
Hiç de 'Türksever' olmadığı bilinen İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon, Ermeni Soykırımı'nı gündeme getiren Vikont Bryce'a, 11 Mart 1920 günü, Lordlar Kamarası'nda verdiği yanıtta gayet netti:
"Dünyanın bu bölgesinde Ermeniler -hatta son haftalarda da bazı kimselerin sandığı gibi masum kuzucuklar olarak davranmamışlardır. Şu anda elimde, onlar tarafından son derece vahşi ve kana susamış tarzda işlenmiş saldırılara ilişkin bir sürü rapor var. Unutalım bunu. Kuzey Ermenistan'daki Ermenilerin ne kıyım, hatta ne de saldırı tehlikesinde olduklarına inanmıyorum.
Fransızların ağzından Batı'nın günahları
1920'lerde, Fransız Le Temps gazetesindeki iki başyazıda 'Avrupalı büyüklerin' günahları, açık bir biçimde itiraf edilir:
"Batılı büyük devletlerin hatasını şimdi, kabul ettirme olanaklarının yokluğu hesap edilmeden özgürlükleri tanınan Kafkasya'nın küçük halkları ödüyor." (10 Kasım 1920)
"Müttefiklerin elinde şimdi hayali bir anlaşma var ve müttefiklerin bu işin çözümü için doğuda ortak ettikleri küçük milletler, Ermenilerin şahsında bunun cezasını ödüyorlar." (12/13 Kasım 1920) Gerçi o dönemdeki Avrupa basınında, böylesine bol özeleştiriye rastlanıyordu; ama, bütün suçları Türklere yüklenmek için söylenen ve yapılanların, bunların belki bin katı olduğunu belirtmek de, abartma sayılmamalıdır
BAŞBAKAN LLOYD GEORGE'UN SÖZLERİ
Daha da 'Türksevmez' olan Başbakan Lloyd George ise Sevr'in imzasından önce, 1920 Mart'ının sonundaki bir konuşmasında, onların artık yardım edilebilecek niteliği kaybettiklerini ve kendi başlarının çaresine bakmaları gerektiğini şöyle anlatıyordu:
"Ermenistan Cumhuriyeti'nin geleceği, doğrudan doğruya Ermenilerin kendilerinin özgürlüklerini savunmaya hazır olup olmamalarına bağlıdır. Eğer isteseler, 40 bin kişilik bir ordu toplayabilirler ve Büyük Britanya veya müttefiklerinden biri, onlara teçhizat yönünden yardımcı olabilir. Durmadan diğer ülkelerin sırtına yük olacak ve yalvarılar, çağrılar gönderecek yerde, bırakalım kendi kendilerini savunsunlar."
MİSYONERLERİN ÇALIŞMALARI
Lloyd George, Ermeni olayını en çok Amerikalıların misyonerler aracılığıyla kışkırttığını, ama şimdi himayeye almaktan kaçındığını vurgulayıp, sorumluluktan ülkesini sıyırmaya da özen gösteriyordu.
Yöneticilerinin ihtiyatlılığına karşılık, Amerikan kamuoyundaki sorumsuz çıkışlardan yararlanmaktan da geri kalmadı.
Başkan Wilson'un girişimlerini yetersiz bulan Cumhuriyetçi Parti, 1920 Haziran'ı ortasındaki konvansiyonunda, parti programına bir prensip kararı koymuştu: "Ermeni halkı ile kalbimizin içinden sempatileşiyoruz ve gücümüzün yettiği bütün olanaklarla kendilerine yardıma hazırız."
Ancak bu sözlerin hemen arkasında, küçücük bir ek vardı: "Ama himayemize almaya, manda yönetimi kurmaya karşıyız." (26 Haziran l920 tarihli Le Temps)